Relief in mind

Sunday, December 28, 2008

Kesişim

İşte o zaman ve o öyküm "Kesişim", ödül töreninin linki, öykünün girişinden bir paragraf:

"Dışarı çıktığında saat üçe geliyordu. Yoğun bir rüzgar tozları kaldırarak içinden geçti, gitti. Ürpermişti, montunun önünü kapadı. Kafasını gökyüzüne çevirdi, bulutlara bakmak ve kurşuni maviyi görebilmek için, fakat bir an için güneşle gözgöze geldi. Bu buluşma içini ısıtmıştı. Rahatladığını hissetti. Sokak boyunca yürümeye başladı. Günlerden... Sahi bugün hangi gündü? Anımsamaya çalıştı..."

Öykünün tamamı aşağıda, lütfen yorumlarınızı gönderin.

KESİŞİM
Dışarı çıktığında saat üçe geliyordu. Yoğun bir rüzgar tozları kaldırarak içinden geçti, gitti. Ürpermişti, montunun önünü kapadı. Kafasını gökyüzüne çevirdi, bulutlara bakmak ve kurşuni maviyi görebilmek için, fakat bir an için güneşle gözgöze geldi. Bu buluşma içini ısıtmıştı. Rahatladığını hissetti. Sokak boyunca yürümeye başladı. Günlerden... Sahi bugün hangi gündü? Anımsamaya çalıştı... Aman boşver, her zaman ki gibi bir gün işte, haftanın yedi gününden biri, kısır döngünün bir elemanı. N’apacaksın sanki? İlla bir ad koymak gerekiyorsa Pazartesi olsun. Bir şeylere başlamayı hiç sevemedim, tıpkı bugün gibi. Birden montunda küçük siyah beneklerin oluştuğunun farkına vardı. Adımlarını sıklaştırdı. Sonra aniden yavaşladı: Niye hızlanmıştı ki, tadını çıkarmak varken? İnsanları anla(ya)madığını ve hiçbir zaman da anlayamayacağını düşündü; çevresinde koşuşturan, şemsiyelerin altına saklanan, binaların kenarına sığınan insanları görünce. Kafasını gökyüzüne, gri bulutlara çevirdi. Artık yağmur damlaları gözyaşlarına karışabilecekti. Mutluydu, hafif bir rüzgar saçlarını dalgalandırıp, bedenini sardığında artık sadece gözyaşları kalmıştı. Onları da cebinden çıkarttığı selpakta kurumaya terk etti. Islak sokaklar boyunca yürüdü. Toprak kokusu sardı etrafını, parkın yanından geçerken. Bilinçsizce parka girdi, kuru bir bank bulup oturdu. Park bomboştu; yo aslında her zamankinden kalabalıktı, bir şenlik başlamıştı park halkı için: solucanlar yollara dökülmüştü, rüzgar yapraklarla tangodan valse kadar her türlü dansı deniyordu, ağaçlar yıkanmanın keyfiyle koyu bir sohbete dalmışlardı, kuşlar neşeli neşeli ötü, silkiniyordu... Kafasını gökyüzüne kaldırdı. Önce güneşi gördü, sonra bir renk bulutu çarptı gözüne, bir anı canlandı: “ Gökkuşağının altından geçen küçük çocuklar cinsiyet değiştirir.”
Otoyolda ilerleyen bir araç. Silecekleri son bir kez ön camı gezip yerlerine dönüyor. İçinde iki aile: ön koltuklarda beyler, arkada hanımlar, hanımların arasında iki çocuk. Sıcak bir ortam, sohbetler aralıksız devam ediyor. Anlaşılan yağmur bir gezinin bitişini hızlandırmış. Çocuklar neşeli ve meraklı çevreye bakıyorlar. Birden çocuklardan biri sevinçle ileride, yolun üstündeki gökkuşağını işaret ediyor. Hanımlardan birisi sihirli sözleri söylüyor: “Gökkuşağının altından geçen küçük çocuklar cinsiyet değiştirir.” Çocuklar huzursuzlanmaya başlıyorlar: “Nasıl yani?”, “Niye biz?”. Küçücük akılları daha erkek olmanın nasıl bir şey olduğunu öğrenemeden, kız olmanın nasıl olacağını bilmek istemiyor, buna isyan etmeye hazırlanıyor: “Geçmeyelim o zaman altından.” diyorlar. Babalar inatçı: “Başka yol yok ki!”. “Ya siz de değişirseniz?. “Bize bir şey olmaz.” Çocukların yüzleri asılıyor, büyükler neşeli: “Biraz sonra teselli edip gönüllerini alırız.” diye düşünüyorlar.
Artık öğrenmişti, hoş o günde söylemişlerdi ya gökkuşağının altından hiçbir zaman geçilemeyeceğini. Yine de düşünmeden edemiyordu, eğer geçebilseydi gerçekten cinsiyet değiştirebilecek miydi? Sorular, sorular, sorular... Diğerleri gibi onu da beyninin aydınlanmamış noktalarından birine attı. Banktan kalkıp parkın çıkışına doğru ilerledi. Aklında bir şarkının sözleri vardı: “ When the music is over, turn out the lights.” Adımları yavaşladı, düşündü: gerçekten de birileri ışıkları kapatacak mıydı? Durdu, dinlemeye başladı gürültülü sessizliği. Dinledi, kendini: “Müzik hiç bitmeyecek!” diyordu kendine. Dinlemişti, yaşadıklarını. Dinliyordu, yaşamını...
İzlendiğini hissetti. Etrafına bakındı: Park bomboştu, sokaklar ıssızdı, camlar siyahtı. Birden az önce oturduğu banka takıldı gözü. “Biri” oturuyordu kalktığı yerde ve ona bakıyordu. Banka doğru yürümeye başladı, yüzünü görmek için. “Biri” başını diğer tarafa çevirdi ağır ağır. Sabırsızlanıyordu, hızlandı. Bankın önüne geldi. “Biri” ona baktı. İnanamıyordu, gözlerini kırpıştırdı. Hâla oradaydı, gözlerinin içine bakıyordu. Uzaklardan bir telefon sesi geldi. Döndü, sesin geldiği yerdeki kulübeye baktı. Döndü, kendine baktı, ama bulamadı. Bank artık boştu. Kulübeye yöneldi. Sesin kulübeden gelmediğini, hiçbir zaman da gelemeyeceğini gördü. O sadece bir dekordu. Unutulmuş, paslanmıl bir dekor. Telefon çalmaya devam ediyordu. Durmaksızın, artan bir şiddetle. Sanki ikisi de farkındaydı: Arananın o olduğunun.
Sifonu çekti, su yankılanarak aktı. Ellerini yıkadığı süre boyunca gözlerini gözlerinden ayırmadı aynadaki aksinin. Sonra yüzüne şöyle bir göz gezdirdi. Yorgun görünüyordu, her zamanki karamsar ifadesiyle. Her zamanki gibi gözleri kendisine nefretle bakıyordu. Onun için anlamsız şeylerin anlamını aramak kadar boştu bu bakışlar. Yine de dayanamadı içi ezildi, utandı kendisinden. Olanları anımsadı, zamanın getirdiklerini, fakat zaman çoktan götürmüştü onları. Uzaklaşmak istiyordu, kaçmak... Evet, kaçmak istiyordu uzaklara, çok uzaklara. Yapamazdı, onu bırakamazdı. Gözlerini kapadı, uzakları düşündü, uzaklarda olduğunu düşündü. Kendini bir kumsala uzanmış buldu. Karanlığı delen noktalara bakıyordu, onlara imrendi. Keşke kendi de geceyi yırtabilseydi. Dalgalar onu oynamaya çağırıyorlardı, şarkı söyleyerek. Belki deniz kızları da bu şarkılara eşlik ediyordu. Huzur elini uzatmıştı, tutması için. Tam tutacaktı ki telefon çalmaya başladı. Kimdi bu densiz? Aynadaki aksini tek başına bırakıp telefonu açmaya gitti.
Ses artmıştı, artmaya da devam ediyordu. Telefon sanki çalmıyor , haykırıyordu. En sonunda bulmuştu. Eski bir binanın yeni boyanmış duvarındaydı. Ahizeyi kaldırdı. Ahizeyi kaldırdı. Ahizeyi tekrar tekrar kaldırdı, kaldırdı ve yeniden kaldırdı. Ses artık daha derinden geliyordu. O ise ahizeyi kaldırıyordu aralıksız.
Ahizeyi kaldırdı:
- Evet? (Sesi bıkkın ve sertti.)
- Merhaba, benim. Nasılsın? (İnce ve çekingen bir bayan sesi.)
- İyiyim, ya sen? (Sesi yumuşamış, özür diler gibi bir hal almıştı.)
- Ben de. N’apıyorsun?
- Yaşıyorum.
- Yine mi başladık? Son konuşmamızda bir yerlere vardığımızı sanmıştım.
- Varmıştık... Sonuna.
- Günümü berbat etmeye yine niyetlisin bakıyorum da. (Sinirliyidi sesi.)
- Öyle diyorsan. (Üzgündü sesi.)
- Haftasonu için işin var mı diye aramıştım.
- Şimdilik yok.
- O zaman benimle kamp yapmaya geliyorsun demektir.
- Olur zaten sıkıldım buralardan.
- Cuma saat üçte uğrarım sana, konuşuruz.
- Tamam.
Gözlerini araladı. Neredeydi? Beyni kafatasının duvarlarını zorluyordu. Böyle bir haldeyken bile bu sözleri nereden buluyordu? Kendisi de şaşırmıştı. Yazar olmaya çalışmasının bir sonucuydu, herhalde. Telefon artık daha şiddetli çalıyordu. Uzandı ve açtı.
- Alo. (Sesi kısılmıştı, boğazı acıyordu.)
- Neredesin, sabahtan beri? İyi misin? Niye açmıyorsun telefonu? Hani akşam arayacaktın? Başına bir şey geldi sandım. Çok kötüsün.
- İyiyim. (Bu soru yağmuru onu kendine getirmişti.)
- İyiymiş, hıh. Sesini duyan tahtalıköyden arıyorsun sanır. Oraya geliyorum bekle beni.
- Gerek yok. , dedi.
Ama nafile telefon çoktan kapanmıştı. Sabah sabah hiç çekilmezdi, hele de bu baş ağrısıyla. Sesi de hırçındı. Sancılı bir gün olacak diye düşündü, banyoya giderken.
“Play”e bastı. 70’lerden bir ses, evi hareketlendirdi. Dört kişilik bir gruptu çalan, aslında grup denemezdi. Sanki tek ortak yanları, aynı zamanda, aynı yerde müzik yapmalarıydı. Ama anlaşılması zor bir uyum da yoktu müziklerinde. Kahve hazırlamak için mutfağa giderken holdeki aynada o tanıdık yüzle yeniden karşılaştı. Bakıştılar, gülümsediler gözleriyle ve yeniden ayrıldılar.
Duşun altına girdi. Beklemeden suyu açtı. Soğuk su içini ürpertti. Uyuşmuş hücrelerini harekete geçirdi. Biraz daha iyiydi. Sesi dışında. Geceyi anımsadı. Arkadaşları aramıştı: “İçmeye gidiyoruz, gel.” Sanki yüzyıllardır bu çağrıyı beklemişcesine koşup gitmişti. Eğlenmiş olduğundan –en azından öyle olmalıydı- başka pek bir şey hatırlamıyordu. Mutfağa gitti, kahve hazırladı. Dolaptan bir şeyler atıştırdı. Odaya döndü, her zamanki gibi dağınıktı. Ortalığı karıştırdı, kağıtların arasından kumandayı aldı ve üzerindeki onlarca tuştan birine bastı. Müzik sesi, sessizliği camdan dışarı itti bir anda. Şarkının sözleri bir şeyler anımsattı. Bundan doğal bir şey olamazdı, çünkü defalarca dinlemişti bu şarkıyı. Ama bu sefer farklıydı: Gözünün önüne kesitler geliyordu, bulanık, mekansız. Fazla üstelemedi, nasılsa birazdan o geldiğinde, herşey üstelenecekti. Bütün delidoluluğuna, hırçınlığına rağmen, aslında uysal bir kızdı, Aylin. Aklına ilk karşılaşmaları gelmişti: Köşeyi dönerken çarpışmışlar ve yere düşen kitapları karışmıştı. (O da şaşırmıştı bu olaya, çünkü o da herkes gibi, böyle şeylerin yalnız filmlerde olabileceğine inanıyordu.) Kitabın ilk sayfasında Aylin’in adını ve okuduğu bölümü görmüş, onu bulup kitabını iade etmişti. Sonra buluşmalar, partiler, geziler ardısıra gelmiş, onları bu noktaya getirmişti. Aynı zamanda tesadüflere daha fazla inanmaya başlamıştı, çarpışmadan sonra. Kapı zilinin çalmasıyla tekrar odaya, içinde bulunduğu zamana döndü. Kalktı, kapıya doğru ilerledi. Bir yandan da ortalıktaki giysileri topluyordu.
Aynada son bir defa kendine baktıktan sonra kapıyı açtı. Kahvenin bitmiş olması iyi oldu diye düşündü. Şimdi hem temiz hava alacaktı –yürüyüş de cabası-, hem de son çıkan dergilere göz atabilecekti. Cüzdanını ve anahtarını alıp almadığına baktı. Cebindeydiler. Demek ki çıkabilirdi. Kapıyı çekti ve anahtarı iki sefer çevirdi, kilidin içinde. Kapıyı kontrol etti, son bir kez. Merasim bitmişti, artık gidebilirdi. Evden her çıkışında yapıyordu bu merasimi, üşenmeden, bıkmadan. Belki alışkanlık olmuştu artık, belki de bir takıntıydı. Ne de olsa dış dünyaya güvenemiyordu. Posta kutusu uzaktan göz kırptı, mektubun var dedi, sessizce. İyi ki posta kutusunun anahtarını almışım dedi kendi kendine, aksi halde elektrik süpürgesi bulmam gerekecekti diye ekledi. Gülümsedi kendine. Kutudakileri hiç bakmadan cebine tıkıştırdı. Neşelenmişti, yaşadığına biraz olsun sevindi. Dışarıda bir hayat onu bekliyordu. Apartman kapısını açtı ve dışarı çıktı.
Evet o gelmişti. Zili çalışından belliydi, sabırsız. Elindekileri portmantoya bıraktı ve kapıyı açtı. Savaş başlıyordu, artık kimse güvende değildi. Kapının açılmasıyla içeri dalması bir oldu. Nefes nefeseydi, belli ki merdivenlerden çıkmıştı. Botlarını çıkarıp salona yöneldi. “Hoşgeldin”ine bile cevap vermemişti. Anlaşılan bu sefer çok kızmıştı. Salonu turlamaya başladı. Belli ki nereden başlayacağını düşünüyordu. Durum ciddiydi, onu ilk defa böyle görüyordu. Tamam, çabuk sinirlenirdi, ama şimdiye kadar bu sinirlilik botlarını çıkarıncaya kadar sürmüştü. Konuyu açılmadan değiştirmek istedi – konunun ne olduğunu bile bilmiyordu, ama değiştirmek istiyordu; çünkü ürkmüştü- :
- Kahve ister misin?
- Hıh hı.
Mutfağa giderken “Riders on the storm” çalmaya başlamıştı. Biri de benim galiba diye düşündü. Arkasından o da mutfağa geldi. Göz göze geldiler bir an. O kısacık an bile, kendini ezilmek üzere olan bir böcek gibi hissettirmeye yetti. Silahı ağzıydı, kurşunlarsa kelimeler (Çoğu zaman kurşundan bile delici olabilen kelimeler).
- Gördüğün gibi iyiyim, dedi kahve koyarken. Ama sen iyi görünmüyorsun, sinirlenmek seni yoruyor, fakat sen inadına herşeye sinirleniyorsun. Biraz daha rahat olsan.
- Hep ben, ben , ben. Ne kadar benmerkezcil birisin. Hep kendini düşünüyorsun, kendin için yaşıyorsun (Olması gereken de bu ya). Diğerleri hep lafta kalıyor, onları sadece sesli düşünüyorsun o kadar. Aklındaysa kendini düşünmeye devam ediyorsun.
- Evet öyleyim. Bunu yüzüme vurup beni utandıracağını sanıyorsan yanılıyorsun. Zaten hepimiz öyle değil miyiz? Hep kendimizi düşünmüyor muyuz? Başrolde hep kendimiz oynamıyor muyuz? Geriye kalanlar sadece figüran değil mi?
- Bir bakıma haklısın, ama başrolü oynayan kimse yok. Hepimiz birer figüranız, geçici birer figüran. Belki de başrolde zaman vardır. Deneyimli olduğu için başrolü ona vermişlerdir. Ne dersin? Akıp giden zaman, asla tekrarlanmayan ve hep tekrarlayan zaman. Umarsızca harcadığımız, aynı zamanda tükenmesinden korktuğumuz zaman. Herkesin aynı anda yaşadığı tek ortak şey zaman.
Onu yeniden fark etti. Bu sefer gülümsüyordu.
- Canım yine dalıp gittin. Ve yine o kadar masum bakıyorsun ki.
- Hı? Dalıp gitmek mi?
Evet, haklıydı. Yine dalıp gitmişti, kendi monologlarından birer dialog yapmıştı. Yine aynı hisse kapıldı. Sanki herşey kendinde başlayıp, kendinde bitiyordu. Sanki herşey beyninin oyunlarıydı. Aslında hiçbir şey yoktu ve/veya herşey vardı.
Onu bir kez daha fark etti, dudakları kıpırdıyordu. Sesler yavaş yavaş düşüncelerini araladı.
- ... herşey üstüme geliyor. “Exit” yazısını arıyorum, duvarlarda. Bulamayınca da sinirlerim bozuluyor. Herşeye karşı bir öfke duyuyorum nedensiz –belki de gizli bir nedeni var-. Bunları biliyorsun, daha önce de konuşmuştuk seninle. Bilmiyorum neden ama seni görmek, senin yanında olmak rahatlatıyor beni. O umursamaz davranışların bile umursar görünüyor beni, düşüncelerimi. (Belki de bir yanılsama bu, tüm yaşadıklarımız gibi. Büyük bir ihtimalle de öyle Çünkü inanmak istediğimiz herşeye inanırız, her zaman. Başkaları ne derlerse desinler, hep biz haklıyızdır. Dışarıda birileri hata yapmıştır. Her zaman olduğu gibi ve hep olacağı gibi.) Sesini duymak bile yetiyor bana. (Ama hep daha fazlasını almak zorundayız, daha iyisi varken yetinemeyiz elimizdekilerle.)
- Bu kadar abartma kendimi birşey sanacağım yoksa. (Hep birşey sanırız kendimizi, ne olduğu belli olmayan, ortama, şartlara ve duruma göre değişen, sadece bir şey. Evet sadece ve sadece bir şey. Aslında o kadar çok şeyizdir ki, hiç farkına varmayız bunların. Çünkü çocukluk kaostur bizim için. Yeterince karmaşık olan yaşantımızda gereksiz bir şey.)
- Dün akşam aramayınca ve arayıp da seni evde bulamayınca, başına bir şey geldi sandım. (Her zaman en kötü olasılıkları düşünürüz önce. Kötü bir şey olsun da üzülelim diye bekleriz, sanki.) Sonra da haklı olarak kızdım sorumsuzluğuna. Sözde dün akşam operaya gidecektik.
Doğru ya, tamamen unutmuştu, kahretsin. Kızmakta haklıydı, çünkü bu sezon son kez oynuyordu, Carmen. Eleştirmenlerce olağanüsütü olarak nitelendirilmişti oyuncuların performansı. İkisi de haftalardır oynanacağı günü iple çekiyorlardı. Ve o unutmuştu. Artık o da kendisine kızıyordu. Olmasından korktuğu olay da az sonra Aylin tarafından yaşatıldı. İki adet bilet, masanın üzerine bıraktı, sertçe ve sessizce, Aylin. Sertliğinde kırgınlığı, sessizliğindeyse kızgınlığı can bulmuş, fark ettirmeden saldırmış ve çoktan kazanmışlardı savaşı. Ne diyeceğini bilemiyordu, bilse bile fazla bir şey fark eder miydi sanki? Son zamanlarda iyice artmıştı bu unutkanlığı ve başına büyük belalar getireceğe benziyordu. Bir doktora mı görünmeliydi acaba? Evet, evet bir doktora gidecekti. Ama önce bu durumu bir şekilde telafi etmeliydi, sözcüklerin bir işe yaramayacağı bu durumu. Tam bir şeyler deyip gönlünü almaya çalışacaktı ki, gözü biletlere takıldı. Yerinden fırlayıp, gazeteleri karıştırmaya başladı. Emin olmak için defalarca baktı, baktı. Doğru görmüştü ve gördüğünü doğrulamıştı. Tarih bugünün tarihiydi, ilk defa bir şeyi yanlış hatırlamasına bu kadar çok seviniyordu. Yo, aslında Aylin yanlış hatırlamamıştı, çünkü o dünün tarihini kullanıp durmuştu.
Aylin şaşkın şaşkın bakınıyordu ve bu bakışlarda da haklıydı. Acaba fazla mı üstüne gittim diye düşünüyordu. Aylin’e de gazete ve biletleri gösterdi. Aylin hala yüzüne garip garip bakıyordu.
- Tarih!, dedi sevinçle, tarihe baksana.
Aylin dediğini yaptı, o da farkına vardı tarihlerdeki uyumun. Ama nasıl? Gazeteyi eline aldı bir kez daha kontrol etti. Sonra anımsadı. Biletleri alırken tarih belirtmediğini ve biletlere hiç bakmadan çantasına attığını. Dünün tarihi de aklında konuşmalardan kalmış olmalıydı, yanlış yapılmış planlardan. O da neşelenmişti, ama yine de kızgındı dün akşam için.
Bu sefer de kurtarmıştı paçayı, biraz da gönlünü almayı başarırsa mutluluk devam edecek düşüncesindeydi. Saatine baktı: Üçe çeyrek vardı.
- Hadi kalk gidiyoruz, dedi.
- Nereye?
- Önce bir şeyler yer, dolaşırız. Sonra da operaya gideriz, dedi, birden emir yağmurunu fark edip, istersen tabii ki, sözlerini ekledi. Emir vermeyi ve almayı hiç sevmezdi. Belki de bu yüzden yazar olmak istiyordu, özgür olmak için.
- Hey, bu kadar kolay kurtulacağını mı sanıyorsun? Bir daha beni unutursan...
- Dur bakalım! Seni unuttuğumu kim söyledi? Seni unutmamın imkansız (neredeyse) olduğunu biliyor olmalısın. Unuttuğum sadece zaman. Bu da doğali çünkü akıntıya karşı yüzecek gücüm yok.
- İyi öyleyse bir daha zamanı not al ya da bir tekne kirala.
- Tamam. Üstümü değişip geliyorum. Keyfine bak, dedi ve odasına doğru yöneldi.
Aylin raflardaki kitaplara yöneldi, başkalarının hayatlarına. Kitapların sayısı her geçen gün artıyordu. Raflar çoktan dolmuş, kitaplar birbiri üstüne konmaya başlanmıştı. Bu karmaşaya rağmen raflar da, kitaplar da hallerinden memnun görünüyorlardı. Fakat raflar bu kadar bilgiyi kaldıramamış olacaktı ki, yavaş yavaş bel vermeye başlamıştı. Olsun, bu bile onların mutluluğunu azaltmıyordu.
- Çıkalım mı?
Aylin kitaplara o kadar dalmıştı ki, onun yanına gelmiş olduğunu fark etmemişti. Bocalamış bir halde “Tamam” dedi.
Kapıyı açtı. Düşündüğü gibi dışarı çıkmak iyi gelmişti. Montunu çıkarırken soğuktan kızarmış yüzüyle karşılaştı. Gülümsediler birbirlerine. Portmantoya koyduğu dergileri ve kahveyi aldı. Dergileri salona masanın üstüne koyarken, aklına mektuplar geldi. Mutfağa gidip kahveyi bıraktı, suyun altını yaktı. Salona dönerken montunun cebinden mektupları aldı. Pencerenin önündeki kanapeye oturup mektupları açmaya başladı. Biri dışında hepsi çok doğaldı. Seminer davetiyesi, arkadaşlardan mektuplar, vs. O birinden ise bir adet opera bileti çıkmıştı. Zarfın üzerinde adresinden başka yazı yoktu. Bir bilet, sadece bir bilet, bugünün tarihini taşıyan bir bilet. Saatine baktı, operanın başlamasına daha zaman vardı. Oturduğu yerde elinde bilet kalakalmıştı. Anlaşılan düşünceler labirentinde bir kovalamacaya dalmıştı. Sorular, ardı arkası kesilmeyen sorular zamanıydı şimdi. Cevapsız, cevabı olsa bile şu anda bilinmeyen sorular zamanı. “Nereden çıktı şimdi bu bilet?”, dedi kendi kendine, bir cevap beklercesine. Kim göndermişti? Neden göndermişti? Nerden biliyordu gitmek isteyeceğini? Bileti evirip çevirdi. Bir not, bir işaret arıyordu gözleri. Tekrar zarfı aldı eline, “Belki yazısından tanırım göndereni.”, diyerek. “Belli özenerek yazılmış, eğer öyle değilse yazısı gerçekten çok güzel olmalı yazan kişinin.”, diye düşündü. Ama bütün güzelliğine rağmen böyle yazısı olan kimseyi tanımıyordu. Yapabileceği tek şey vardı: Operaya gitmek! Ya bu bir oyunsa, bir tuzaksa? Of, yine saçmalıyordu işte. “Son zamanlarda çok fazla film izliyorum herhalde.”, diye geçirdi aklından. Arkadaşlarından biri göndermiş olmalıydı, yoksa kim bilecekti ki bu çok gitmek istediği operaya bilet bulamadığını? Gönderen kişi de yanındaki koltuklardan birinde olacaktı büyük ihtimalle. Ne olursa olsun gidecekti. Sorularla boğuşmaktansa gitmesi daha iyi olurdu. Hem günlerce bilet aramamış mıydı? İşte bilet elindeydi! Evet, gidecekti. Saatine yeniden baktı, sanki zaman durmuştu. Zaten hep böyle olurdu: Zaman hep tersini yapardı istediğinin. Sabırsızlanıyordu, ama daha çok vakit vardı. Birden su aklına geldi, suyu unutmuştu. Büyük bir telaşla mutfağa koşturdu. Su çoktan kaynamış, çoğu buharlaşmıştı. Fincanına su doldururken, hala bileti kimin gönderdiğini düşünüyor, olasılıklar üzerinde duruyordu. Operayı sevdiğini bilen bütün tanıdıkları gözünün önünden geçiriyor, bileti gönderenin kim olabileceğini bulmaya çalışıyordu. Ama nafile, tüm tanıdıkları ya önceden teklif ederlerdi ya da haber verirlerdi, emir cümleleriyle. Bunaldığını hissetti. “Yeter!”, dedi kendi kendine, “Bekleyeceğiz ve göreceğiz. Daral geldi tüm bu sorulardan.” Çok bunaldığında hep kendine dönerdi. Kendiyle dertleşir, kendine kızar, sorunlarına çözüm yolları arardı.
Tekrar saatine baktı, zaman azalıyordu. Daha hazırlanmamıştı bile. Hoş hazırlanması çok sürmezdi yaé Yine de sabırsızlanıyor, bir şekilde vakit geçirmek istiyrodu. Çocukluğundan beri böyleydi: Aşırı bir sabırla, sabırsızlanacağı anları beklerdi. O anlardan biri geldiği zaman da büyük bir heyecanla, doya doya yaşardı sabırsızlık duygusunu.
En sonunda kendini sokağa atmıştı. Beklemeye daha fala dayanamamış ve yürüyerek gitmeye karar vermişti. Hem belki biraz rahatlardı, düşüncelerden uzaklaşırdı, kim bilir? Birden arkasına döndü. Sokağın sonuna, her akşamüstü eve gelirken gördüğü manzaraya baktı. Güneş yine parçalı bulutları rengarenk boyamıştı. Belli ki gitme zamanı gelmişti ve o son rotuşları yapıyordu, gitmeden önce. Yürümeye başladı, yanından vızır vızır arabalar geçiyor. Bazen yol tıkanınca kornalar ötmeye başlıyordu. Herkes bir an önce evine varmak için sabırsızlanıyordu doğal olarak. Acaba eve gidince ne yapmayı düşünüyorlardı? Ama öncelikle eve varmayı düşünüyorlardı şimdilik. Herşey her zaman olması gerektiği gibiydi, küçük ayrıntılar dışında.
Görünüşler farklı olsa bile her şey tekrar edip duruyordu ve hayat bir filmdi sanki. Herkesin başrolü kendisinin oynadığını zannettiği bir filmdi. Fakat herkes figürandı aslında. Başroldeyse zaman vardı, eskimeyen, tekrar eden ve eskiten zaman.
Ve bir adım daha, gerçek dünyadan kısa bir süreliğine olsa da kurtulmuştu. Operanın holünden içeri doğru yavaşça ilerledi. Epey kalabalıktı içerisi, yankılanan sesler, gülüşler kapılardan dışarı taşıyordu. Tanıdık birileri var mı diye çevresine bakındı. Geniş holün beyaz duvarlarından yankılanan sesler gittikçe şiddetleniyordu. Etrafı süzdü, tanıdık kimseyi göremeyince salona girmek için merdivenlerden yöneldi. Salonun girişinde biraz durdu ve gözlerini loşluğa alıştırdı. Bilete baktı ve yerini buldu. Yanındaki koltuklarda çantalar ve eşyalar vardı. Acaba hangi koltukta diye düşünmekten kendini alamadı. Acaba arkadaşları ona sürpriz mi yapacaklardı? Programı şöyle bir gözden geçirdi, yazılanları okudu. Ve işte zaman gelmişti artık. Işıklar yavaş yavaş sönmeye başladı, yanındaki koltuklar hala boş olduğuna göre bu muhakkak bir sürpriz olacaktı. Tam oyun başlamak üzereyken birer çift aceleyle yanındaki koltuklara geldi ve yerleşti. Demek ki sürpriz falan yoktu ortada. Kendini bunları düşünmekten alıkoymaya çalışarak oyunu izlemeye karar verdi.
İlk perde bittiğinde, oyunun istediği tadı vermediğini düşünmekteydi, elindeki programa bakarak. Oysa ne hayaller kurmuştu. Özellikle Carmen hakkında. Genç ve güzel bir kadın bekliyordu, oysa orta yaşın üzerinde bir bayan oynamaktaydı Carmen’i. Tüm bunlar kafasından geçerken arka taraftan birinin kendisine seslendiğini duydu.
“Afedersiniz programınıza bakabilir miyim, lütfen?”, ince bir bayan sesiydi. Böyle bir isteği geri çevirmesi mümkün değildi. Hafifçe arkasına dönerel elindeki programı uzattı. Yirmili yaşlarda, güzel ve esmer bir bayandı (Kafasındaki Carmen gibi). Gülümseyerek teşekkür etti kendisine. Yeniden hayallere, sorulara ve kırıklıklara daldı. Oyunun ikinci yarısı başlarken, arkadaki bayan programı uzatarak teşekkür etti. “Rica ederim.”, dedi. İçinden de herhangi bir konuda sohbete başlasam mı diye düşünüyordu. Tam arkasına dönecekti ki ikinci perde için gong çaldı ve ışıklar karardı.
Ara başladığından beri gülüşüyorlardı aralıksız, birer kahve içmek ve biraz da yatışmak için hole çıkmaları bile bir işe yaramamıştı. Carmen’i oynayan bayanı gördüklerinde, akıllarına yakın zamanda gittikleri bir opera dinletisindeki adamın anlattığı Carmen tiplemesi gelmişti. İlk perde boyunca gülmemek için kendilerini zor tutmuşlardı, ama perde indiği zaman, ışıkların yanmasıyla birbirlerine dönmüşler ve gülmeye başlamışlardı. Tanışmaları kadar garipti, düşünme tarzları da, sanki aynı süflörden sufle alırmışçasına aynı anda anımsıyorlardı çoğu şeyi; aynı çağrışımları uyandırıyordu ikisine de olaylar. Keyifleri yerine gelmişti. Aylin de artık kızgın değildi. Zaten ne gariptir ki kızamıyordu ona, kızsa bile uzun süre kızgın kalamıyordu. Ve sanki ilk karşılaştıkları anda, daha doğrusu ilk çarpışmalarında, anlamıştı onun için bir anlam taşıyacağını çarpıştığı kişinin. Ama anlık bir histir diye üzerinde durmamıştı çok, ta ki onu karşısında görene dek. Önce şaşırmıştı, anlayamamıştı kendisini nasıl bu kadar çabuk bulduğunu, ama o masum bir ifadeyle “Merhaba!” deyip kitaplarının karıştığını ve kitabın üzerindeki bilgilerden kendisini bulduğunu anlatmıştı kısaca. Sonrası ise çabuk gelişmişti, aynı anda ağızlarından “Birer kahve içelim mi?” cümlesi çıkmıştı. Tek fark birisi dikkatsizliği için özür dilemek istiyor, diğeriyse zahmet edip kitabı getirdiği için teşekkür etmek istiyordu. Gülüşmüşlerdi yine, tıpkı az önce birbirlerine baktıkları andaki gibi. Kahve içerken de sözler sözleri kovalamış ve hiç bıkmamışlardı konuşmaktan, ama zaman her zamanki gibi çok hızlı geçmiş ve ayrılma zamanının geldiğini önlerine atmıştı. Ama bu onları korkutmamıştı, daha sonra tekrar buluşmak üzere sözleşip, telefon numaralarını vermişlerdi birbirlerine. Daha sonra, ikisi içinde aynı zamanda belli olmuştu: Ertesi sabah ikisi de aynı anda, bütün gece bu anı beklemişçesine, birer mesaj yollayıp öğleden sonra buluşmayı önerdiler. Ve buluşmalar birbirini kovaladı. Mutluydular hem de çok.
Az önceki garip çift özür dileyerek önünden geçip yerlerine oturdular. Aslında gayet normal ve mutlu bir çiftti ve birbirlerine de yakışıyorlardı gerçekten, ama bir gariptiler, çünkü ilk perde sona erip ışıklar yandığı anda gülmeye başlamışlardı, hem de ne gülmek. Ve hala ara ara gülüşüyorlardı. Aslında normaldi belki de, insanın bu kadar mutlu olunca gülmesi, belki de kıskanılmıştı onların birlikteliği kendi yalnızlığı tarafından. İkinci perde başlamıştı bile... Biraz daha düşününce Carmen rolündeki bayana haksızlık ettiği duygusuna kapıldı. Sesi gerçekten güzeldi. Ve müziğin büyüsüne kapılıp gitti.
Otobüste evine doğru yol almaktaydı, önce beğenmediği o sanatçı onu adeta büyülemiş ve çok uzaklara götürmüştü. Ön yargının ne kadar kötü olduğunu bir kez daha anladı. Birden o sanatçının adını merak etti, sanki şu ön yargısı yüzünden yaptığı haksızlığı hafifletecekmiş gibi ve program geldi aklına. Elindeki kitapçığın sayfalarını çevirirken bir zarf düştü yere, ufak zarif bir zarf. Yerden dikkatlice aldı ve üzerindeki o tanıdık yazıya bakakaldı:
“Umarım oyunu beğenmişsindir. Carmen’i hep çok sevmiştin zaten. Kendine iyi bak! Seni tekrar görmek güzeldi.”
İkisinin gözü de çaprazlarında oturan genç adama takılıp kalmıştı. Operada da yanlarında oturmuyor muydu? Acaba o zarfın üzerinde onu bu kadar çok şaşırtan ne yazıyordu? Yaşam ne garipti, ne zaman ne olacağı hiç bilinmiyordu. Her an sürprizlerle doluydu, tıpkı buluşmaları gibi. “ Si tu n’exiterais pas, dis-moi pour quoi j’existerai?” Yine aynı anda akıllarına aynı şey gelmişti. Fransızca bir şarkı, diyordu ki: “Eğer sen var olmazsan, söyle bana ben niçin var olayım?”. Gerçekten de beraber geçirdikleri onca aydan sonra birbirlerine o kadar alışmışlardı ki, biri olmadan diğerinin olması/yaşaması imkansızdı, anlamsızdı sanki. Birbirlerine baktılar ve gözlerinden sonsuz bir aşk birbirlerine doğru yayıldı. Birbirleri için var olmuşlardı ve sıkı sıkı sarıldılar birbirlerine, daha yakın olabilmek için, yok olmamak için ve kaybetmemek için birbirlerini. Sevgi sonsuzdu, yaşamsa kısa.
Zarfın içinde bu sefer iki bilet vardı, bir de not. Biletler Cuma günkü Notre-Dame de Paris müzikalineydi. Nottaysa, “Girişte beni de beklersin, değil mi?”, yazılıydı. Beklerdi tabii ki, teşekkür etmek için en azından, çünkü biletleri haftalar öncesinden tükenmişti bu gösterinin de. Ama kimi bekleyeceğini bilmiyordu, bilemiyordu o zarfın ne zamandan beri kitapçığın arasında olduğunu. Merak etmeye de başlamıştı isteklerini bu kadar iyi bilen kişiyi. Bunun için iki gün beklemesi gerekiyordu sadece. Ne kadar da uzun görünüyordu bu iki gün, oysa öyle sabırsızdı ki. Başını geriye attı bu sabırsızlıkla ve onları fark etti: Operadaki çift değil miydi onlar, sürekli gülüşen? Şimdi de sıkı sık sarılmışlardı birbirlerine ve dalıp gitmişlerdi uzaklara...
Saat gece yarısını geçiyordu son otobüsü iyi ki yakalamışlardı yoksa eve gelmeleri epey güç olacaktı. Aslında zor değildi gelmeleri taksiye binebilirlerdi, ama taksi parasına otobüsten inince bir şişe kırmızı şarap almayı tercih etmişlerdi. O, kadehleri doldururken Aylin de Cdleri karıştırıyordu ve Notre-Dame de Paris’te karar kıldı. Müzik odayı doldururken, şarabın rengi ve tadı da içlerini ısıtmaktaydı. Karanlıkta dans etmeye başladılar, uyumla, huzurla, mutlulukla... Ve en önemlisi sevgiyle... Zaman anlamsızdı artık.
Büyük gün gelmişti. Gösterinin başlamasına yirmi dakika vardı. Elinde davetiyelerin olduğu zarf, girişte beklemekteydi. Sabırsızdı, geleli onbeş dakika olmasına rağmen yıllardır orada dikiliyordu sanki. Zaman yine geçmek bilmiyordu ve sürekli saatine bakıyordu, ta ki... Ta ki o sesi duyana kadar: “Birini mi bekliyordunuz?”. Yavaşça gözlerini saatinden kaldırdı ve kendisine bakan gözlere bakarak: “Evet aşkım, seni bekliyordum!”, dedi. Anlamıştı o olduğunu. Yıllar sonra tekrar karşılaştığındaysa bir daha bırakmamak üzere sımsıkı sarıldı. Bu anı çok uzun zamandır bekliyordu. Artık tüm kararsızlıklarını boşverdi ve sarıldı ona. Zaman artık huzurluydu: Ne acele ediyor, ne de ayak sürüyordu. Sadece kalp atışları gibi arada bir tökezliyordu.
Ahsen Serkan USTA
2003

1 Comments:

At 2:46 AM, Blogger Unknown said...

Kesişir mi kaderleri insanların gerçekten, yoksa yaşadıkları zaman mıdır kesişen? Belki sadece teğet geçiyordur insanların anları diğerininkiyle ve o teğetleri yaşıyoruzdur hep… Mutluluk anlarda değil mi zaten…

 

Post a Comment

<< Home